top of page

HAYAT 1.BÖLÜM (Giriş Metni)


ree

'Karşı konulması çok güç kelimelerden birisidir ‘Bilmiyorum’lar.


Zamanın, dar anlamlar içerisinde sıkıştığı her gecede ansızın kapımda beliren beklentilerim bu kelimeyi bir türlü kabullenemedi. Tanıdığım bütün yüzler, eksik kaldıklarında ya da verecek uygun bir cevap bulamadıklarında kullanırlardı bu kelimeyi. Gerçi bu söz aralarına iliklenen ve kelimelere mandal ile tutturulan ‘Bilmiyorum’lara dayanıklıydım. Anlamların, anlamını kaybettiği her 8 Ağustos’ta, ‘Bilmiyorum’lar ile aynı sonu paylaştım.'



Memlekete döndükten sonra uzun süre iş bulamadım. Terziler çarşısındaki baba yadigarı tezgahı yeniden açma niyetim vardı. Ancak yokluğumda burada çok şey değişmişti. Herkes kendi dünyasına bir isim vermişti. İnsanlar sanki benliklerini kaybetmişlerdi. Çıkar amaçlı alicengiz muhabbetlerde hırs ve kin karışımı sahte yollar tutuyorlardı. Sabah bir şetler indirilerek başlayan hayat akşam fişin prizden çekilmesi ile son buluyordu. Tüm yaşamlar makineleşmiş, duygu ve manevi hazlar yerini döviz kurları, borsa lotları gibi maddi heveslere terk etmişti. Önceden tanır olduğum bir çok yüz eskisi gibi görünse de onlar da bu çarkın pas tutmuş dişlileri arasında bir taraflarını yitirmişti eminim. Yitirilen taraflar ise genelde insanlık oluyordu.


O eski muhabbetler, o tatlı ve sevecen sohbetler yoktu artık. Paran varsa ve kariyer sahibiysen kişiliğinin adı konuyordu. ‘Adam’ oluyordun!


Akşam olduğunda, badanası dökülmüş duvarların çatlaklarında parıldayan saman tanelerinde donup kalıyordu gözlerim. Geride bıraktığım ve adına yaşamak dedikleri şey her neyse zaten beni oyununa bir türlü almıyordu. Kaybetme ihtimalleri zamana karşı boynunu eğiyordu hep. Hissiz kelime düzenlerinde gelip geçiyordu hayat. O hayat ki, mecaz manalarda tüketiyordu beni ve ben gibilerini…


Neden insanlar, yitirilmiş duyguların zindan gecelerinde sığınırlardı ‘O’na? Neden alnı katran karası ve gözleri günaha köle sahte bedenler af kapısında böyle tökezleyip duruyordu? ‘Anlam’ ve ‘Mana’ birbirine denk iki sevda çiçeği olmalıydı. Ayrı saksılarda yetiştirilseler de aynı sonu anlatmalılardı. Tıpkı ben ve ‘Bilmiyorum’lar gibi. Bunu anlamak ve maddenin varlığını kavramak adına insanlık denen ve yaşam portrelerinin dikiz aynasında kendilerini seyreden et yığınlarından biri olmadığımı mı gösteriyordu?


'İnsan en çok nereye geç kaldıysa, oraya ait sanıyor kendini.'


Sabahın ilk ışıkları, eski bir gömleğin yıpranmış kol ağzına benzer şekilde Çarşı Camii’nin avlusuna usulca sarkıyordu. Terziler Çarşısı daha kepenklerini kaldırmamıştı. Bu saatte yalnızca kargalar ve sokak köpekleri sessizliği bozmaya çalışıyordu. Ben de o sessizliğin içinden, yıllar sonra döndüğüm memleketime ağır aksak adımlarla yürüyordum.


Dönüş denen şey bir varıştan çok, yarım kalan bir şeyin ucuna tekrar tutunmakmış. Baba yadigârı saatçi dükkânının önünde durduğumda bunu daha iyi anladım. Paslanmış asma kilit, kapının camındaki yarım harfli “Saatçi Muhlis” yazısı, içeri sızan tozla karışmış güneş huzmeleri, cama yapıştırılmış 1988 tarihli gazete kâğıtları… Sanki zaman burada kırılmış, yıllarca olduğu gibi öylece bırakılmıştı.


Anahtar hâlâ aynıydı. Sol cebimde taşıdığım, artık şekli bozulan o küçük demir parçası kapının diliyle yıllar sonra tekrar konuştu sanki. Kapıyı açtığımda, yıllardır bekleyen duygular omuzlarıma bir yük gibi çöküp kaldı. Kokusu aynıydı. Doya doya içime çektim. Babamın sesi sanki raflardan süzülüp yüzüme çarptı o an. ‘- şu Fransız yapımı zembereği kaybetme ha!’ O an, insanın babasının yokluğunu sadece mezarlıkta değil, en çok onun kokusunun sindiği yerlerde hissettiğini bir kez daha anladım.


İçeri girdiğimde her şey yerli yerindeydi, ama hiçbir şey eskisi gibi hissettirmiyordu. Duvarlardaki takvim de 1988’de kalmıştı. 14 Aralık 1988.. Günün yemeği: Patlıcanlı Musakka, Erkek Adı: Ahmet, Kız Adı: Ayşen…


Tezgâhın üstü, zamanın biriktiği tozlarla örtülüydü. Kırmızı örtünün altında, yarım bırakılmış bir masa saati duruyordu. Babam bunu hiçbir zaman tamir edememişti. Benim şimdi onu tamir etmem neyi değiştirirdi? Kurma kolunu çevirip zamanı geriye sarabilir miydim?


Babam, bu dükkâna ömrünü adamıştı. Zamana hükmeden bir adam değildi ama zamanı onaran bir ustaydı diyebilirim. Bozulan her saatle biraz daha yaşlanırdı sanki. Her tamirde, zamanı yeniden başlatmak ister gibi titiz davranırdı. '-Saat dediğin sabrı gösterir evlat' derdi bu yüzden.



Dükkânı toparlamaya başladım. Camları sildim, rafları boşalttım, saate dair ne varsa gün ışığına çıkardım. İçimde garip bir umut, dışımda ekonomik gerçeklikler vardı. Ne kadar sürebilirdi bu çaba? Ne kadar dayanabilirdim bu sessizliğe, bu yoksunluğa?


İlk günün sonunda, dükkâna sadece yaşlı bir adam uğradı. '-Muhlis Usta’nın oğlu musun sen?' dedi. '-O, zamanın işçisiydi evladım. Şimdi kimse saatini tamire getirmiyor. Herkes zamanı kaybetmeye razı.'


Gülümsedim. O adam gittikten sonra sandalyesine oturdum, kalın bir defteri önüme koydum. Sayfaya ilk cümleyi yazdım: 'Babamın zamanı durduğu yerden, ben şimdi başlıyorum.'


Ama işler düşündüğüm gibi değildi. Memleket değişmişti, insanlar da öyle. Artık kimse zamanla ilgilenmiyor gibiydi. Herkes acele içinde. Saatin kaç olduğundan çok, kaç para ettiğini soran gözlerle karşılaştım. Elimde kalan az birikimle dükkânı toparlamaya çalıştım, duvardaki eski saatleri onarmaya giriştim.


Bazen içeri birileri giriyor, eskiden babamın müşterisiymiş gibi davranıyorlardı. Kimi yüzler tanıdık geliyor ama sesler tanınmaz hâlde. İnsanlar, seslerini bile başka bir yerden ödünç almış gibi. Ya da ben çok zaman uzakta kaldım. Bilmiyorum.

Bilmiyorum dediysem sevmem bu kelimeyi… Söylemiştim.


Ertesi gün ne gelen oldu, ne giden. Sonraki gün de öyle.



Zor zamanlarda ayaklarım beni hep aynı yere götürdü eskiden: Servet Abi'nin çay ocağı. Gençliğimde sığındığım, dertlerimi demli bardak diplerinde erittiğim yer. Belki hâlâ oradadır diye düşündüm. Belki beni hatırlar. Dükkanı kapatıp yola koyuldum. Bankalar Caddesinde, Arı Pasajının içerisindeki 1.kat merdivenlerinin altındaydı bu yer. İnsan, ne zaman kaybolsa, en iyi bildiği yere dönmek isterdi çünkü.


Evet, duruyordu yerli yerinde. Kendi çapında zamana direnebilmişti. On metrekarelik küçücük bir dükkân. Hâlâ sobalı, hâlâ ufacık taburelerle dolu. Camları buğulu, duvarlarında sararmış film afişleri. Afişler arasına iliştirilmiş at yarış kuponları, tam ortada ise kendi yazdığı garip şiirlerin asılı olduğu eski bir mantar pano.


Çayın demi hâlâ aynı. Kokusu da… Servet Abi de aynı. Yalnızca omuzları biraz daha düşmüş, sesi biraz daha kalınlaşmış. Ama gülüşü aynı. Kucaklarken beni, '-Yine kaybettin bakıyorum' dedi. '-Ben kazanmadım ki sen kaybetmiş olasın' diye ekledi. Güldük. Gülmemiz gerekiyordu… Neden bilmiyorum… Bak, yine bilmiyorum dedim. Hiç sevemedim bu kelimeyi.


‘Bimliyorum’lar ile Servet abi’yi tanıdığım ilk zamanlarda karşılaşmıştım. Yaşadığı tüm iç burukluklarını kendi elleriyle harladığı ateşlerde söndürebiliyordu o. Nasır bağlamış umutlarını, on metrekarelik bir çay ocağına sığdırabiliyordu. Gülebiliyordu ardından…


Lise yıllarımda, cuma namazı bahanesiyle okulu kırar, soluğu onun yanında alırdım. Çay içer, hayattan konuşurduk. Bana kitaplar verirdi, eski gazetelerin arasına sakladığı hayata dair notları. '-Yalnızlığı, ancak yalnız olanlar anlatabilir.' derdi. Bir de ‘Uzaklığın ölçü birimi acıdır.’ var, unutamadığım sözlerinden… 


Şimdi o yalnızlığın tam göbeğinde bulurken kendimi, aynı yerde ve yıllar sonra hissettiklerimi hiçbir ölçü birimiyle ifade edemez olmuştum.


1.Bölüm (Giriş Metni) Sonu


O akşam, kiraladığım ucuz odanın rutubetli duvarlarına bakarken, çocukluğumun seslerini duyar gibi oluyordum. O sesler artık geri dönmüyor. Saman tanelerine çarpan ışık gibi sönüyorlar gözlerimin içinde. Penceremden dışarı bakıyor, hayatın kaldığı yerden devam ettiğini sanıyorum. Ama o hayat beni almıyor oyununa. Ya da ben artık oynamayı unuttum hayatla. Bir çocuğun '-ben de oynayabilir miyim?' demesi gibi masumum oysa...


Geceleri, babamın tamir ettiği ama sanki biraz önce durmuş bir saatin tik taksızlığına benzer bir sessizlikte uyumak istiyorum.

 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
BIÇAK SIRTI (Tanıtım Bölümü)

'Bazı şeylerin tarifi, tanımı olmaz. Hikayesi olur...' O gün, üzerimde bir ağırlık taşıyormuşum gibi hissettiğim sıradan bir gündü....

 
 
HAYAT (Bölüm Tanıtımı)

Necip Fazıl'ın 'Hayatın eksiği var. Hayat eksik 'Hayat'ta...' dediği şiir gibiyim bugün-mugün... Çokça 'Hayat'ı konuştuk arkadaşlarla....

 
 
  • Whatsapp
  • X
  • Facebook
  • Instagram

© 2025, Her hakkı Kürşad POLAT'a aittir.

bottom of page