top of page

BIÇAK SIRTI (Tanıtım Bölümü)


'Bazı şeylerin tarifi, tanımı olmaz. Hikayesi olur...'


O gün, üzerimde bir ağırlık taşıyormuşum gibi hissettiğim sıradan bir gündü. Gözlerim kapanmak için yalvarıyordu. Ayakta durabilmek imkansıza yakın... İnsanlar uyanmış, dünyalık telaşlarını kovalamaya başlamışlardı bile.


Uykusuz geçirilen her gece, kaybedilmiş bir hikaye kitabının, hatırlanmaya devam edilen paragraflarıdır. Ben ise, paragraflar arasında boğulmakla meşguldüm...


Nihat amcanın ayakkabı tamir dükkanı, bu gecelerin sabahında uğrak mekanlarımdan biri oluyordu. Kuru lastik ve yapıştırıcı kokusundan mıdır bilinmez, kaldırıma attığı tahta tabureye oturduğum an geceden kalan her ayrıntı birer birer kayboluyordu zihnimden. Doğu cephesine bakan dükkanın önünde yükselen güneş gözlerime işkence ederken, boş mide, sigaradan keçe tutmuş bir gırtlak, ancak karbonat kokusu üzerinde zift gibi bir bardak çayı içince kendine gelebiliyordu.


Her sabah, bu zift çayı enteresan bir muhabbetle şekere dönüştüren Nihat amca ise gömlek cebinden çıkardığı tek dal sigarasını tüttürüyordu aynı güneşe karşı. Sanki, gözlerimin intikamını alırcasına.


Beş oğlu, bir kızı vardı. Hayırlı diye bildiğimiz damadı hariç, oğullarından yana yüzünün hiç gülmediğini biliyorum. Anlatırdı hep; O da hayalleri olan sıradan bir insandı. Hayata dair beklentileri, umutları vardı herkes gibi. Gerçekleşmesi pamuk ipliğine bağlı umutlar... Zor değildi, imkansız hiç değildi.


Baba olmak, insan olmaktan zordu sadece. Öyle demişti bir gün: Ne demek istediğini şimdilerde anlayabiliyorum.


İnsan, baba olduğunda sadece sorumlulukları artmıyor. Sorumluluk denilen şeyin ne olduğunun bilincine de varıyor. Bir başka insan için kaygı biriktiriyor. Bir başka canlı için kendi sağlığını önemsemiyor. Bir başkası için, kendi hayallerinden bile vazgeçebiliyor. Hayatını erteliyordu...


Bazen Taş Medresenin 2.katındaki Hamza babanın sahaf dükkanında, hiçbir zaman satın alıp okuduğunu görmediğim kitapları incelerken karşılaşırdık. Sıradan bir eylemmişçesine, yeterli dozda eski kitap kokusuna maruz kaldıktan hemen sonra gerçekleşen bu karşılaşmalarımız genellikle Küçükkılıç Apartmanı'nın karşısındaki meslektaşı Naci abinin dükkan önü sohbetlerine kadar devam ederdi.


Yine böyle bir gün Nihat amcanın bir ara yokluğunu fark ettim. 'Yokluk' derken, kendi orada ama ruhu değil... Sonra ruhu da çıkageldi. Gözleri, karşı kaldırımın üzerinde yükselen, yeşil renkli, 4 katlı apartmanın en üst katındaki bir pencerede donup kalmıştı.


'Evlat' dedi..

'Ne mühim şey...'

'Çok mu önemsedik de, böyle oldu?'

'Çok mu belli ettik sevgimizi?'


Sevgi o yıllarda babaların evlatlarına göstermek konusunda sıkıntı yaşadığı bir duygu parçasıydı. Kimi babalar ise göstere göstere sevdiler. Haykırdılar sevdiklerini... Nihat amca da onlardan biriydi. Sanki, zamanı kırıp içerisinden kocaman bir kalıp sevgi çıkarmış, bunu da komünist bir fiil gibi inadına devam ettirebilmişti.


Okuduğu kitaplardan birindeki o iki aşığın tiradını da bu yüzden dilinden düşürmezdi pek.


'Ben uçurum kenarı yaşıyorum' dedi adam,

'Daha önce düştüm. Biliyorum, dayanamazsın..'


Uçurum kenarı yaşayan insanlar, önemsediklerine karşı sevdiklerini belli etmekten korkarlardı. Kaldı ki, sorumluluğu altında yetişen hayatlara yön verebilmek için de engeldi bu. Değersizleşir miydi? Büyüsünü mü kaybederdi? Sevginin hırsızlığı, arsızlığını önlemek için doğru bir örtbas yöntemi miydi? Bunlar tartışılır...


Ben, onun pencerede donup kalan gözlerinde bu soruların cevaplarını bulduğumdan beri gecelerin ay ışığı aydınlığında daha başka, daha sade bir dilde seviyorum:


Pazar arabasında kokmuş benekli alabalık satan Boğazlıyanlı Arif'i, Ömür Lokantası'nın önündeki kaldırım üstü büfede etrafa tespih sallayıp neşelendiren ufak rakı lakaplı Bitirim Zeki'yi, geceyi, uykusuzluğumu bile...


Zaten sevmek, işportadan beş liraya aldığın plastik tarak gibi değil midir? Her kafaya uyar, üzerine kimin oturacağı, kimin kıç cebinde kırılacağı belli olmaz...


Bir keresinde, yine dükkanın önünde otururken, bana kendi babasından bahsettiğini hatırlıyorum. Onunla hiç konuşamadığı şeylerden, hiçbir zaman eline dokunmadığından…


Bir gün, ‘Biliyor musun?’ dedi,

‘Ben babamın elini yalnızca hasta yatağındayken tutabildim.’

'Bana bir tek bu anıyı bıraktı o...'

Çok etkilenmiştim.


Babam da bana kocaman bir sessizlik bırakmıştı. Yalnızca Bıçak sırtı olanların duyabileceği bir sessizlik...



Naci abinin dükkanından ayrıldıktan sonra uzunca bir süre yürüdüm. Kendiliğinden ortaya çıkan sesleri takip edercesine sokak sokak amaçsızca dolaştım. Gece yarısı evimin sokağına girdiğimde aklımın içinde dönüp duran karmaşalar kendiliğinden yok olmaya başlamıştı yine.


O gece, yazmak istedim. Sayfalarca yazmak...


Bir kaç dal sigaradan sonra bir şiir çıktı o sessizliğimin derinliklerinden. Adını da 'Silgiyle yazılan manifesto' koydum bu yüzden. Yalnızca Bıçak sırtı olanların okuyup, anlayabileceği bir sessizlikte...



Bölüm Tanıtımı Sonu


 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
HAYAT (Bölüm Tanıtımı)

Necip Fazıl'ın 'Hayatın eksiği var. Hayat eksik 'Hayat'ta...' dediği şiir gibiyim bugün-mugün... Çokça 'Hayat'ı konuştuk arkadaşlarla....

 
 
  • Whatsapp
  • X
  • Facebook
  • Instagram

© 2025, Her hakkı Kürşad POLAT'a aittir.

bottom of page