top of page

YOLCULUK

‘Bir anda her şey değişebilirmiş.

İnsan, o kısacık anda,

Başka biri olabilirmiş…’

 

Sivas Otogarı

17 nolu Peron

1999… 

 

 

Şehirlerarası bir otobüsteydim. Henüz hareket etmemişti ama şimdiden birkaç yıl geçmiş olmalıydı. Akşam olmak üzereydi. Hava o kadar sıcaktı ki, güneş hala intikam alıyordu. Kocaman insanlar küçük çocuklarını, hatta kundaktaki bebeklerini koltuklara bırakıp aşağı iniyorlardı. Otobüs birazdan hareket edecekti ama içeride neredeyse hiç yetişkin yoktu.

Bir süre sonra muavin geldi. Ön kapıda durup, aşağıda bekleyenlere bağırıp çağırmaya başladı. ‘-Son uyarı’, ‘-Aşağıda yolcu kalmasın.’

İnsanlardan bazıları otobüse binerken bazıları, otobüs terminalinin bekleme salonuna geçmişlerdi. Gariptir, birlikte hareket ediyorlardı. Birlikte yürüyor, kendi aralarında sanki bir sohbetin parçalarını paylaşıyorlardı.

Bu terminale ayrı hayatların parçaları olarak, farklı yaşamlardan gelen yetişkin insanların, bazılarının çocuklarını, bazılarının ise ebeveynlerini otobüste bırakıp, arkalarını dönüp giderken bir kez bile dönüp bakmayışları aklımda bir soru işareti bırakmıştı.

 

‘0’


Otobüs hareket ettiğinde, pencereden; bekleme bölümündeki ahşap bankın, bomboş kalışını izliyordum. Oysa daha biraz önce, birbirini hiç tanımamasına rağmen, birlikte gülüşen kalabalıklara misafirlik ediyordu. Ne garip?

Şoför keldi. Kulak üstü ve ensesindeki siyah saçların boyandığı o kadar belliydi ki, Kaşları fırça gibi, bıyıkları ömre bedeldi. Torpidodaki güneş gözlüğü, yüzüne iki numara küçüktü; sanki torpidonun kendisine daha çok yakışıyordu bu gözlükler. Tombulca ama slim fit gömleğiyle adeta kendi göbeğine meydan okuyordu. Gömleğin düğmeleri, son nefesini vermek üzereydi.

Muavin de muhtemelen Teksas’lıydı. Dar paça pantolonunun altına Temmuz sıcağında giydiği domuz burun çizmelerden mahmuzlar yeni sökülmüş gibiydi. Sanki otobüsün kalkışından on dakika önce atını ahıra çekmiş gibi taze kokuyordu. Mavi gömleğinin yakasındaki izler, Şoförün gömleğindekilerle birebir görünüyordu. Aynı kapı arkası kancasına, üst üste asılmadılarsa, beraber kullandıklarına yemin edebilirdim.

Hareket edeli henüz 5-10 yıl geçmiş olmalıydı ki, kuru plastikle kalorifer çıkışından gelen kavunlu oto parfümü kokusu taptaze hissediliyordu.

Otobüs 1979 model, kırmızı renkli grenaj gövdeli bir Mercedes O-302’ydi. Yalnızca bir ulaşım aracı gibi değildi; yaşanmışlıkların, anıların, sessizce dinlenmiş hikâyelerin taşıyıcısıydı… Yada böyle bir görev üstlenmiş görünüyordu. Cam tavanından sızan güneş ışığı, içeride huzurla karışık toz zerreciklerini aydınlatıyordu. Pencere çerçeveleri krom kaplıydı. Güneş açtığında, o krom yüzeylerden göz alıcı bir ışık huzmesi yayılıyordu. Geçmişte kalmış bir tatil sabahını andırıyordu bu parıltı…

Sanki otobüs, uzun zaman tozlu bir garajda durmuş da o gün sadece bu yolculuk için çıkarılmış gibiydi. Koltukların üzerindeki kumaşlarda zamanın solgun izleri vardı. Bir yanıyla da sapasağlam, dirençli, hatta gururlu görünüyordu…

Ben 26 numaralı koltukta oturuyordum. Sağ tarafta, orta kapının hemen arkasındaydı bu koltuk. Orta kapının balkon penceresinden dışarıyı da görebiliyordum. Kaldırım kenarında otobüse binmeden hemen önce sigarasındaki son fırtı içine çekmeye çalışanlar, yuvarlak tepsisindeki bayat çayı yolculara karın ağrısı fiyata satmaya çalışan çaycı, inip binen yolcular, el sallayan tanıdıklar, suskun tipler… Hepsini görebiliyordum o küçük pencereden.

Hayatın dışarıda akıp giden kesitlerini bu koltuktan seyrediyordum. Kimileri ilk defa biniyordu bu otobüse, ilk tecrübeleriydi. Yüzlerce insan biriktirmiş olanları da vardı aralarında. Kimileri yıllardır bu koltuklarda yaşlanmış gibi duruyordu. Kimilerinin ise, omuzlarını uğrulayan sırt çantalarından başka bir şeyi yoktu.

Bu küçük cam, yalnızca dışarıyı değil, insanların içini de gösteriyordu sanki. Her yüz, ayrı bir hikâyeydi. Sanki, kocaman bir okyanusun üzerine kurulmuş film platosu gibi; insanlar otobüse adım attıklarında, o ana kadar ne yaşadılarsa içime dökülüyordu.

 

Kavun kokusu…

Bu kokuyu çok severdim. İlk defa 1993 yılında duymuştum. Babamla birlikte Kartal sahilindeki bir bijuteriden almıştık. Babamın arabası deri koktuğu için ağır bir oto kokusu ile bastırmak gerekiyordu. Satıcının ‘-Abi, bunu al, memnun kalmazsan getir, iade alırız.’ demesi her ne kadar içimdeki kazıklanırken mutlu olmak hissini pohpohlamış olsa da, ilk defa kullanınca sevmiştim bu kokuyu. Benim için sanki o araba ile bütünleşmişti. Plastik torpidoya sinmiş deri ve kuyrukyağı kokusu ile karışan kavun aroması, birbirine yeterince alışmış gibi duruyordu. Ben de buna uyum sağlamış olmalıydım.

‘-Koltukları dik konuma getirelim, servis masalarını açalım. İkram vakti!’ diye bir ses duyduğumda, bir an dalgınlığıma gelmiş olmalı ki ürktüğümü muavin bile fark etmişti. Kendisini metal tekerlekli servis arabasını açmaya uğraşırken görüyordum. Arka koltuktaki amca, ‘-Oğlum yanda mandalı var.’ diyordu. Sanki, önceki hayatında muavinlik yapmış gibiydi.

İkram dedikleri de son kullanma tarihine iki gün kalmış üzümlü kek ve paketin içinde tamamı kırılmış tuzlu çubuk krakerden ibaretti. O kadar un ufaktı ki, açmaya cesareti olanın yan koltuğu bile batıyordu.

Arka koltuktaki teyze, eski kocasının yaptığı kaçamakları anlatıyordu yanındaki bebeğe. 

‘-Ölmüş gitmiş adam.’ diyordu bebek. 

‘-Adam ölmüş gitmiş... 

Ölse de gidememiş ya da.’

Önümdeki çift, belli ki yeni evliydi. Erkek konuşuyordu hep, kadın ise başını sallıyordu. Gülümseyerek onaylıyordu ara ara. Bazen yüzünü cama dönüp, kayarak geçen manzaraya dalıyordu. O kadar uzun bakıyordu ki, adamın hayallerinde kendine yer bulamadığını ben bile anlıyordum.

Otobüs hızlandığında, orta kapının fitil aralarından gelen uğultu kulaklarımı tırmalamaya başlamıştı.

ve işte ilk mola yerine yaklaşıyorduk. Hava da kararmaya başlamıştı. Şoför, otobüsün iç aydınlatmalarını açtığında anlıyordum bunu.

25 yılda bir mola verilmezse, çekilmezdi zaten bu yolculuk…

                                                                    

‘25’


Otobüs park ediyordu. Herkeste garip bir heyecan vardı. Gençler birbirini tanıyormuş gibi, kahkahaları mola alanını dolduruyordu. Tostlar söyleniyor, plastik bardaklarda çaylar koşturarak taşınıyordu. Şoför, gömleğinin üst düğmesini açmış, elinde bir bardak siyah çay, usul usul içiyordu. Hiç acelesi yoktu. Muavin ön cama yapışan sinek parçalarını yıkamasını söylüyordu gassala. Gassal dediysem, adamın adı buydu. Benlik bir şey yok. Öyle uygun görmüştü aile büyükleri.

İlk mola, hayatın en sesli, en kalabalık ve en hızlı aktığı yeriydi…

Sevgililer vardı, nişanlılar, yeni evliler. Kimisi buradan erken ayrılıyordu. Yeni bir araca binip gidiyorlardı. Madem ilk molada yollarınızı ayıracaktınız; otobüse neden binmiştiniz ki? Zahmet değil miydi bir nevi, bu yolculuk? En azından benim için öyleydi. En başından beri yolculukları sevmediğimi söylemiştim zaten.

Çocuk sesleri artmaya, mola yerindeki kalabalıklar büyümeye başladığında zamanın dolduğunu fark ediyordum. Şoför de bağırıyordu zaten: 

‘-Hareket ediyoruz! Yerlerinize!’

Bu mola çok kısa sürmemiş miydi? Bir anda geldi ve geçmesine mani olamamışlık hissi çok kötüydü. Gelmesi için çok beklemiştim oysa. Çok sıkıntı çekmiştim. Geçip gitmesine de engel olamamıştım.

Bunca kalabalık arasında herkes gibi ben de ihtiyaçlarımın bir kısmını giderebilmiş olmanın tatminkârlığını yaşıyordum ancak; ‘daha iyi olmalıydı’ düşüncesini aklımdan bir türlü çıkaramıyordum.

Geriye kalan ne varsa, pantolonumun çakmak cebine sıkıştırıp otobüsteki yerime geçerken, sonraki molada fırsatları değerlendirmek için artık yeterince tecrübeye sahip olduğumu düşünüyordum.

Otobüs tekrar hareket ediyordu. Artık koltuklar daha genişti, ya da sadece omuzlarımız küçülmüştü. Orası bir muamma. Hala çözmüş değilim… 

Molada inenler yüzünden olmalıydı ki konuşmalar oldukça azalmıştı. Yolculuk artık bir şölen değildi, bir sorumluluk hissi taşıyordu. Sanki otobüste kalan her yolcu, burayı sahiplenme hissiyle donatılıyordu. Bu bir nişandı. Bir iz. Bir alametti.

Ben ise, koltuk numarasını yadırgayan, otobüsün önünde ya da arka sıralarında oturması ile ilgili huzursuzluk çıkaran insan sayısı yeterince azaldığında, sanki keyif almaya başladığımı hissediyordum.

Bagaj bölümünden gelen tıkırtı sesleri bile azalmıştı. Ya eşyalar artmış olmalıydı ya da bütün eşyalar mola yerinde bırakılmıştı.

Muavin süs gibi, sessizdi. Koridorda baştan sona gidip geliyordu. Servis yoktu. Sadece boşluğa bakıyordu. Sanki bir şey unutmuş, hatırlamaya çalışıyordu. Kim kaldı, kim indi? Bazı koltuklar artık boştu ama otobüs, sessizlik derinleştikçe daha kalabalık hissettiriyordu…

Önümdeki çift artık sessizlerdi. Elleri ayrı, bakışlar farklıydı. Kadın artık cama tamamen yaslanmış, adam bir kitap açmıştı. Aynı yolda, farklı düşlerde dalmışlardı.

 

İlk moladan sonra otobüsteki her yolcunun karakterleri değişmişti. Simaları aynı olsa da, içlerinde başka insanlar oluşmaya başlamıştı sanki. Yolu mu yadırgamışlardı? Yolculuğu mu? Bilmiyorum. İçlerinde karakter değişimine uğrayan şeyin ne olduğunu cidden merak ediyordum.

 

Otobüs artık daha hızlı gitmeye başlamıştı. Manzaralar daha çabuk geçiyordu. İki aydınlatma direği arasındaki mesafe daha kısa sürüyordu. Herkes kendi içinde bir hesap yapıyor gibi görünüyordu.

 

Yol artık sadece gidilmesi gereken bir yer değildi; yaşanması zorunlu, bitirilmesi gereken bir görev gibiydi. En çok burada eksiliyordu insanlar. En çokta şimdi hissizleşiyorlardı. Farkına varmadan...

 

Şoför tarafından gelen patlak hoparlör sesiyle karışık uykulu bir müzik sesi zamanı yavaşlatıp ara ara geriye sarsa da, en azından otobüsün ilerlediğine kefil olacak birileri hala uyanıktı. Hissedebiliyordum…

 

Gecenin karanlığında otobüs koridorunun altındaki mavi aydınlatma uyuşukluğumu gittikçe zorlarken, far aydınlığında ikinci molayı vereceğimiz tesisin tabelasını görüyordum.

 

‘50’


Otobüs yavaşlıyordu. Kapılar açılıyor ama kimse acele etmiyordu. Banklarda yün örenler teyzeler, torunlarına hikâye anlatan dedeler o kadar fazlaydı ki… Kelimeleri unutur gibi, ama sesleri yeterli seviyede duyulabiliyordu.

Muavin cidden yorgun görünüyordu. Saç baş dağınıktı. Çizmesini de yıpratmıştı. Yürüyüşü daha yavaştı. Gömleği ütü kaçırmıştı. Ama bakışı hala keskin ve ukalaydı.

Servis yoktu, sohbet zaten yoktu. Termoslar kaldırım üzerinde terk edilmişti. Ilık bitki çayları kendilerinden şüphe ediyorlardı. İsteyen olursa beyaz yakalı gençler sırayla dağıtıyorlardı. 

Gözler bulanık, hafızalar parça parça da olsa sıcaktı.

Şoför otobüsün ön kapısındaki ilk sıra merdivene oturmuş, sigarasını içiyordu. Gözleri yorgun ama huzurlu gibiydi. Artık torpidodaki gözlüğü bile takmıyordu. Niye taksın ki, gecenin kör karanlığı her tarafı sarmıştı. Birazdan sabah olacaktı. Mola alanındaki herkes gibi ben de sabahın, karşıdaki kör tepenin ardından yükselişini soğukkanlılıkla bekliyordum.

Üşümüştüm. Gün ışımadan hemen önceki saatlerde, herhangi bir mola yerinde üşümek oldukça bilinen bir eylemdi zaten. Bir başkaldırı.  

Son anons yapıldığında, otobüsten inen birkaç kişinin daha farklı araçlara binerek mola yerinden ayrıldığını görüyordum. Bu içimde enteresan bir yalnızlaşma hissi oluşturuyordu. Yolculuk başlamadan önce zaten tanımadığım, yolculuk süresince de birçoğuyla bilerek ve isteyerek tanışmadığım insanların artık o otobüste olmayacak olması neden etkiliyordu ki beni? Bu gereksiz sahiplenme hissini içten içe hissetsem de bir tarafım umursamaz tavrını hala koruyordu.

‘-Lütfen koltuklarınızdaki yerlerinizi alınız.’

 

Aklım mı bulandı, hasta mı olacağım?? İyi hissetmiyordum kendimi.

Otobüste neredeyse kimse yoktu. Fısıltıyla konuşan bebekler ve öne doğru yaşları azalan yetişkinler haricinde çok az insan kaldığımızı fark etmiştim.

Ön koltuktaki çift hala birlikteydi. Konuşmuyorlardı. Hediyelik eşya dükkânından iki poşet lokum almışlardı. Belli ki, gittikleri yerde onlar bekleyen bir kalabalık vardı. Kalabalıklarını son kez paylaşıp, ayrılacaklarından emindim. Sessizlikleri, kelimelerden daha anlamlı gelmeye başlamıştı.

Yol aldıkça bıkmışlığın ve otogara yaklaştıkça hissedilen memnuniyet duygusunun birbirine karıştığı an, hava; yükselen tepelerin ardında, uçsuz bucaksız çayırların tüm renklerini görebilecek kadar aydınlanmaya başlamıştı.

Güneş, yolumuzun üzerinde görülebilecek kadar yükseldiğinde, yol kenarındaki sokak lambalarının kesif ışıklarının birer birer söndüğünü görüyordum.

Uzakta, otogarın geniş çatısı, güneşin parlayan yüzünde alev alev belirmeye başlamıştı. Muavinin uyarısına bakmadan ayağa kalkıp, kişisel eşyalarımı toparlamaya başlamıştım. Yolculuk boyunca hiç lazım olmayan ne çok şey almıştım yanıma? Toparlamaya gücüm bile yoktu. 

İçimden bir ses. ‘-Öylece in işte.’ diyordu… 

‘-Öylece in..’

 ‘75’


Şoför kontağı çoktan kapatmıştı ama kulaklarımdaki yol gürültüsü uğuldamaya devam ediyordu. Dışarı çıktığımda fark ettiğim tuhaf sessizlik ile aynı tondaydı bu. Ne kek hışırtısı, ne çocuk sesi kalmıştı artık. Sadece sessizlikti etrafımda yankılanan.

Bekleyenler vardı…

Önce babaannemi görüyordum aralarında. Zaten, olanca zarafetiyle seçiliyordu. Elinde, gül pembesi bir mendil vardı. Gülümseyerek bana doğru yürüyordu. Yanında dedem, ona yaslanmış duruyordu. Biraz ilerde annem ve babam.

Annemin gözlerinde sevinç dolgunluğu. Babam, olabildiğince mutlu. Dedemin orada oluşundan mıdır bilinmez yine; mesafeli… Baba işte.

Birlikte otogarın çıkışına doğru yürümeye başlamıştık. Ayaklarımdaki yolculuktan kalma yorgunluk hali yavaşça azalıyordu. Sanki bir gidiş değil, bir dönüş gibiydi bu.

Annem, dedemlerle birlikte önümüzde ilerlerken; tüm yolculuk, bantı kopuk bir 90’lık kasetin A yüzü 1.şarkısı gibi aklımın içinde dönüp duruyordu. 

Yolculuk boyunca, başladığım ve sonlandığım yerlerde bile isteye terk ettiğim, vazgeçtiğim taraflarımla birlikte ben; artık olmak istediğim yerde hissediyordum.

Mısmıl Irmağın kenarındaki çayırda yürürken, babam; elini omzuma atıp bana doğru eğildi ve ‘-Yolculuk nasıldı oğlum?’ diye sordu.

Bir an duraksadım.

Gülümseyerek cevap verdim: 

‘-Yaşamaya değerdi.

 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
BIÇAK SIRTI (Tanıtım Bölümü)

'Bazı şeylerin tarifi, tanımı olmaz. Hikayesi olur...' O gün, üzerimde bir ağırlık taşıyormuşum gibi hissettiğim sıradan bir gündü....

 
 
  • Whatsapp
  • X
  • Facebook
  • Instagram

© 2025, Her hakkı Kürşad POLAT'a aittir.

bottom of page